Pages

7 Aralık 2010 Salı


Hep Birlikte Bir Deney Yapalım

Algılarımızın bizi ne kadar yanıltabileceğine dair bir çok paylaşımda bulunduk. Şimdi herkesin evde test edebileceği bir deney ile bunu daha iyi görelim.

Üç tane bardak alalım.

Birincisine oldukça sıcak su,

İkincisine soğuk su,

Üçünsünün yarısına sıcak, yarısına soğuk su koyup karıştıralım, yani ılık bir su oluşturalım.

Şimdi bir işaret parmağımızı sıcak suya, diğerini soğuk suya batıralım. 1 dk kadar sonra iki işaret parmağımızıda çıkarıp ılık su dolu bardağa batıralım.

Sonuç şu olacaktır: sıcak sudan çıkan parmağımız ılık suyu soğuk olarak, soğuk sudan çıkan parmağımız ise aynı ılık suyu sıcak hissedecektir.

Halbuki su aynı sudur ve aynı sıcaklıktadır.

Bu örnek bize algılarımıza güvenemeyeceğimizi bir kez daha göstermektedir.

28 Kasım 2010 Pazar


DERİ

Deride ısıya, soğuğa, dokunmaya, ağrıya, basınca ve sarsılmaya tepki veren, çeşitli hassaslık derecelerinde milyonlarca sinir hücresi bulunur. İşte beyne duyusal uyarılar gönderen ve deriye olağanüstü bir duyarlılık kazandıran da bu sinir ağıdır. Bir topu tuttuğunuzda ya da bir masaya dokunduğunuzda yaptığınız hareket ne kadar hafif olursa olsun, parmak uçlarınızda bir basınç hissedersiniz. Bu hafif hareket dahi, parmak ucunda yoğun olarak toplanmış olan binlerce dokunmaya duyarlı sinir alıcısını harekete geçirir. Deri yüzeyinin yakınlarındaki sinir uçlarını kaplayan özel hücrelerde, basınçla birlikte elektrik akımı başlar. Bu akım sinir lifleri aracılığıyla saniyede 130 metre hızla omurilik ve beyne doğru iletilir.

Derimiz yoluyla üç temel şeyi algılarız: basınç, sıcaklık ve ağrı.

Elimize ameliyat eldiveni giyip parmağımızı soğuk bir suya batırdığımızda parmağımız suya değmediği halde ıslaklık hissederiz. Çünkü derimizin ıslaklık olarak algıladığı duygu, basınç ve sıcaklıktır. Islaklık hissini yaşatan ise beynimizdir.

Basınç, sıcaklık ve ağrı ile ilgili duyular çok farklı biçimlerde kendilerini gösterirler. Basınç alıcılarının hafifçe uyarılması gıdıklanma hissine, ağrı alıcılarının hafifçe uyarılması ise kaşınmaya yol açabilir. Her iki his de fiziksel olarak var olan bir nesneden değil, sinirsel bir iletimden kaynaklanır. Yani bir cisme dokunduğumuzda onun sert, yumuşak, ıslak veya sıcak olduğunu beynimizde algılarız. Örneğin sıcak bir maddeye dokunduğumuzda, onun hissini beyne iletmekle görevli olan sinirler devreden çıkarılsa, yanmakta olan elimizi hissetmemiz mümkün değildir. Sıcaktan yanma, onu hissetme ve bundan dolayı acı duyma hissi, yalnızca beynin yorumudur.

Ancak insanların görme, duyma, tat alma gibi hislerin tamamının beyinde oluştuğu hissine kanaatlerinin gelmesini engelleyen en önemli etkenlerden biri dokunma hissidir.

Oysa bu insanların anlayamadıkları veya anlamazlıktan geldikleri gerçek şudur: diğer tüm algılar gibi, dokunma hissi de yukarıda bahsettiğimiz gibi deri hücrelerinin elektrik sinyalleri olarak ilettiği bilgilerin beyinde yorumlanmasıyla oluşur. Siz bir kumaşa dokunduğunuzda onun sert, yumuşak, ince ya da ipeksi olduğunu beyninizde algılarsınız. Parmak uçlarınızdaki alıcı hücreler, kumaşa ait bilgileri beyninize elektrik sinyali olarak ulaştırırlar ve bu sinyaller beyninizde dokunma hissi olarak algılanır.

Örneğin; biz kitap okumakta olan bir insana "bu kitabı beyninde görüyorsun" dediğimizde, o kişi dikkatli düşünmediği takdirde, "beynimde görüyor olamam, bak elimle dokunuyorum" diyecektir. Veya "bu kitabın dışarıda maddesel olarak aslının nasıl olduğunu bilemeyiz, biz sadece kitabın beynimizin içindeki görüntüsünü görebiliriz" dediğimizde yine aynı yüzeysel düşünceye sahip bir insan, "hayır, bak elimle tutuyorum ve sertliğini hissediyorum demek ki nasıl olduğunu biliyorum" diye cevap verecektir. Ancak okumakta olduğumuz bir kitabı elimizde hissediyor olmamız, bu kitabı beynimizde gördüğümüz gerçeğini değiştirmez. Çünkü kitabın görüntüsü gibi, kitaba dokunma hissi de beyninizde oluşmaktadır.

Eğer parmak uçlarımıza başka bir yolla bir uyarı verilse, çok farklı hisleri algılayabiliriz. Bu günümüzde simülatörler aracılığı ile bu yapılmaktadır. Ele takılan özel bir eldiven ile bir insan, ortamda olmadığı halde bir kediyi sevdiğini, bir insanla tokalaştığını, suyun altında elini yıkadığını veya sert bir cisme dokunduğunu hissedebilmektedir. Eğer bu eldivenler aracılığıyla "kitabın sayfalarını çevirdiğimiz" hissi verilse gerçekten kitaba dokunduğumuzu ve sayfalarını çevirdiğimizi zannederiz. İşte dokunduğumuzu hissettiğimiz bu varlıklar ve de yazı boyunca bahsi geçen kitap, kumaş ve sıcak nesne aslında bulunmamaktadır. Tüm bunlar, insanın yaşamındaki tüm hisleri beyninde algıladığının kesin bir delilidir.

23 Kasım 2010 Salı


DİL

Dilimizin üzerinde dört ana tat alma noktası vardır. Dilimizin bir bölümü "tatlıyı" algılamakla görevlendirilmişken, diğer bölümü "acıyı", bir başka bölümü "ekşiyi", diğeri ise "tuzluyu" algılama sorumluluğunu üstlenmiştir. Dilin üzerindeki çeşitli tatları almaya yarayan bu bölümlere "glukofor" adı verilir. Glukoforun yapısında protein bulunur. Dışarıdan gelen herhangi bir tat molekülü buraya ulaştığında, buradaki ilgili protein molekülü ile hidrojen bağları kurar ve beyne bir sinyal gönderir. Böylelikle, yediğimiz şeyin "tatlı", "tuzlu" veya "acı" olduğunu olduğunu anlayabiliriz.

Peki glukofor tat moleküllerini nasıl algılar?

Glukoforlar belli bir geometrik düzenlemeye sahip olan atomları tanır. Örneğin; dilin ön kısmındaki glukoforlar (tatlı algılayan bölüm) kendisi ile uyumlu geometrik yapıdaki moleküller kendisine bağlanabildiği için tatlıyı algılar.Tatlı molekülleri, acı için belirlenmiş bölgeye bağlanmaz. Çünkü geometrik şekilleri buna uygun değildir.

Çeşitli tatlandırıcılar, tat molekülleriyle dildeki boşlukların uyumunu sağlayan bu yap-boz oyununun kuralına bağlı kalınarak meydana getirilmiştir. "Tatlı" özelliği gösterebilmesi için dilin tatlı algılayan bölümündeki boşluklara uygun moleküller özel olarak geliştirilmekte ve beyinde tatlı hissinin oluşması sağlanmaktadır. Bu sayede düşük kalorili ve şeker özelliği göstermeyen tatlandırıcıların oluşması sağlanmaktadır.

Bu aslında çok önemli bir gerçeği vurgulamaktadır. Alınan tat, sadece bir algıdır. Ortada şeker olmamasına rağmen beynin yediği şeyi şekerli algılaması bunu açıkça kanıtlamaktadır. Bedenin içinde, dışarıda var olan maddelerden bağımsız bir duyu sistemi bulunmaktadır. Yanıltıcı bir yolla, aslında olmayan bir şeyi beyne var gibi göstermek, beynin algıladığı şeyin dışarıdaki ile bir bağlantısı olmadığını da kanıtlar. Tatlandırıcıları tattığımızda aslında dışarıda şeker yoktur. Ama biz öyle zannederiz. Peki bu durumda gerçek şekerin var olup olmadığından nasıl emin olabiliriz? Sadece algılarımızla muhatap olduğumuz için bundan hiçbir zaman emin olamayız.

Beyne algı olarak ulaşan şey aslında elektrik sinayalleridir. Beyin, gelen bu sinyalleri "tatlı" olarak algılar. Ancak bu sinyali neye göre ayırt ettiği belli değildir. Çünkü dilden beyne ulaşan bu elektrik sinyalleri, diğer tüm duyularımızda olduğu gibi beyne doğru giden ve yağ, su ve proteinden ibaret olan sinirler boyunca ilerlerler. Bu durumda soralım: Bir muz ya da şeker acaba gerçekten tatlı mıdır? Bundan emin olabilir miyiz? Bundan emin olabilmek mümkün değildir. Dış dünyada var olan herşey elektrik sinyalleri şeklinde beynimize ulaştığından, dış dünyada var olan nesnelerin hiçbir zaman aslı ile muhatap olamayız. Bu durumda yediğimiz şeker bize göre tatlıdır, yani beynimiz kendisine gelen elektrik sinyallerini tatlı olarak algılar. Ama gerçekte onun tatlı olduğuna dair hiçbir kanıtımız yoktur.

29 Ekim 2010 Cuma



BURUN

Bir insana kokuları nasıl hissettiği sorulsa, muhtemelen "burnumla" diyecektir. Oysa bazı insanların kesin bir gerçek olarak gördüğü bu cevap doğru değildir. Yale Üniversitesi'nden nöroloji profesörü olan Gordon Shepherd "Burnumuzla kokladığımızı düşünürüz, ama bu sanki 'kulak memesi ile duyuyoruz' demek gibi bir ...şeydir" ( www.hhmi.org/senses/a/a110.htm) sözleriyle bunun doğru olmadığını açıklamaktadır.

Burunda "nasal epitelyum" adı verilen hassas bir zar üzerinde birbirinden farklı kokuları hissederiz. Bunda 50 milyon kadar sinir hücresi bulunmaktadır. Bu hücrelerin şekli ile koku moleküllerinin şekli birbiri ile tam uyumludur. Koku molekülleri sadece kendi şekline uyan proteine tutunur ve bir kutuplaşma başlar. Bu kutuplaşma bir elektrik enerjisi meydana getirir ve algılanan kokunun elektrik sinyalleri alnın hemen altındaki koku alma alanına ulaşır. Burada farklı hücrelerden gelen bilgiler değerlendirilir ve çeşitli beyin yapılarına gönderilerek, "koku"nun nasıl ve neye ait olduğu belirlenir. Beyne gidecek bir sinyalin başlaması için molekülün yalnızca bir parçasının belirlenen alana rahatça uyması yeterlidir. 

Eğer molekül bükülgense birden fazla alana uyabilir. Bu durumda karmaşık bir durum meydana gelir ve kokuları birbirine benzetebilir veya aynı anda tek bir koku ile birden fazla nesnenin zihnimizde belirmesini sağlayabiliriz. Örneğin burnumuza gelen bir çiçek kokusudur, ama biz onu aynı zamanda bir parfüme veya bir meyveye benzetebiliriz.

Sonuçta bizim güzel ya da çirkin diye adlandırdığımız kokuların hepsi, uçucu moleküllerin etkileşimlerinin elektrik sinyaline dönüştürüldükten sonra beyindeki algılanış biçimlerinden başka birşey değildir. Bir parfümü, bir çiçeği, sevdiğiniz bir yemeğin ya da denizin kokusunu, hoşunuza giden ya da gitmeyen her türlü kokuyu beyninizde algılarsınız. Fakat aslında koku molekülleri beyne hiçbir zaman ulaşamaz.

Kokunun bir algı olduğunu anlamak için rüyaları düşünmek de faydalı olabilir. İnsanlar rüyalarında nasıl tüm görüntüleri son derece gerçekçi bir şekilde görebiliyorlarsa aynı şekilde rüyalarında bütün kokuları da gerçekte olduğu gibi hissederler. Örneğin rüyasında restorana giden bir kişi yemeğini menüdeki yiyeceklerin kokuları arasında yemekte, deniz kenarına gezintiye çıkan biri denizin kendine has kokusunu duymakta, papatya bahçesine giren birisi o mükemmel kokulardan haz duymaktadır. Ya da bir başkası parfümeri mağazasına girip kendisine parfüm seçebilmekte ve hatta tek tek bu parfümlerin kokusunu ayırt edebilmektedir. Herşey öylesine gerçekçidir ki kişi, uykusundan uyandığında bu duruma şaşırabilmektedir.

Görüldüğü gibi bir görüntünün zihnimizde oluşması için, dışarıda bir kaynak olmasına ihtiyaç yoktur. Aynı durum koku algısı için geçerlidir. Nasıl ki rüyanızda veya hayalinizde olmayan bir kokuyu duyabiliyorsanız, gerçek hayatta da kokusunu duyduğunuz nesnelerin dışınızdaki hallerinin nasıl olduğunu bilemezsiniz. Asla onların asılları ile muhatap olamazsınız.

Peki beynimizin dışında kokunun olduğuna nasıl emin olabiliriz?

Ve çeşit çeşit kjokuları beynimizin içinde algılayan, koklayan kimdir?

25 Ekim 2010 Pazartesi


GÖZ

Hayatımız boyunca gördüğümüz her şeyi gözlerimizle gördüğümüzü zannederiz. Oysa, görmenin bilimsel açıklamasına göre, gerçek böyle değildir; çünkü biz gözlerimizle görmeyiz. Gözlerimiz ve gözlerimize bağlı olan milyonlarca sinir hücremiz, sadece "görme olayının" gerçekleşmesi için beyne mesaj ileten kablo görevine sahiptirler. Görme olayının nasıl gerçekleştiğini lise bilgilerimizden hatırlayacak olursak bu gerçeği daha kolay fark edebiliriz.

Göze gelen ışık ışınları korneadan, gözbebeğinden ve ardından da mercekten geçer. Saydam tabakanın bükümlü üst yüzeyi ve mercek, ışınları kırar ve nesnenin (resmin) görüntüsü ters çevrildikten sonra retinaya ulaşır. Işığa duyarlı hücreler (reseptörler; koni ve çubuk hücreler) ışığı elektrik sinyallerine çevirir ve sinir uçlarına uyarı olarak yollarlar. Retinadan gelen görüntü orjinaline göre başaşağı durumda ve ters taraftadır. Ancak beyin yeniden yorum yaparak görüntünün düz olmasını sağlar. Bu elektriksel uyarılar beyne nesnenin çeşidi, büyüklüğü, rengi, uzaklığı hakkında haber götürürler ve tüm bu dizi işlemler saniyenin onda biri kadarlık bir sürede gerçekleşir.

Burada çok önemli bir detay vardır. Cismin görüntüsünü algıladığımız yer gözümüz değil, sinirler aracılığı ile, beynin arka kısmındaki görme merkezi adı verilen küçük bir bölgedir. Görme olayı gerçekte, beynin arkasındaki bu küçük, ışığın hiçbir şekilde giremediği, kapkaranlık bir noktada gerçekleşir.

Şimdi genelde herkesçe bilinen bu bilgiye bir kez daha dikkatlice bakalım: Biz, "görüyorum" derken, aslında gözümüze gelen uyarıların elektrik sinyaline dönüşerek beyinde oluşturduğu "etkiyi" görürüz. Yani "görüyorum" derken, aslında beynimizdeki elektrik sinyallerini seyrederiz. Dolayısıyla görme gözde neticelenen bir işlem değildir, gözümüz sadece görme işlemine aracılık yapan bir duyu organıdır.

Peki o zaman beynimizin içinde bu elektrik sinyallerini gören kimdir?

Bu görüntüleri nasıl görmektedir?

8 Ekim 2010 Cuma


KULAK

İşitmeyi ele aldığımızda öncelikle üzerinde durulması gereken konu işitme esnasında beyinde meydana gelen olaylardır. Çünkü işitme işleminin gerçekleştiği yer beyindir. Bu durum, “kulaklarımızla duyarız” klişesine alışmış olan pek çok kişiye tuhaf gelebilir. Bunu bir örnekle açıklayacak olursak; kulak zarı olmayan bir insan, orta derecede bir kayıpla beraber, yine de duyar. Ama beyindeki işitme merkezi problemliyse, hayatını derin bir sessizlikte geçirecektir.

Şimdi işitme olayını kısaca hatırlayalım: dış kulak, çevredeki ses dalgalarını kulak kepçesi ile toplayıp orta kulağa iletir. Orta kulak ise aldığı ses titreşimlerini çekiç, örs ve üzengi kemikleriyle güçlendirerek iç kulağa aktarır. İç kulak da bu titreşimleri sesin yoğunluğuna ve sıklığına göre elektrik sinyallerine dönüştürerek beyne gönderir. Beyinde birkaç konaklamadan sonra mesajlar, son olarak bu sinyallerin işleme koyulup yorumlandığı işitme merkezine iletilirler. Beynimizdeki işitme merkezi, henüz tam olarak aydınlatılmamış olmakla birlikte, mucizevi bir işlevi yerine getirir. İşitme ile ilgili bilgi, kulağımızdan bu işitme merkezine, 2.5 cm uzunluğundaki işitme sinirimiz tarafından taşınır. Sinirin taşıdığı mesaj, sonuçta elektriksel bir uyarımdır. Bu elektriksel uyarımın, özünde yağ ve protein bulunan beyin hücrelerimizle girdiği etkileşim sonucunda, mucizevi bir olay gerçekleşir: Sesleri duyarız.

Dolayısıyla, beynimizin dışında sesler değil, ses dalgaları olarak bilinen fiziksel titreşimler vardır. Bu ses dalgalarının sese dönüştüğü yer ise dışarısı veya kulağımız değil, beynimizin içidir. Yani gören gözlerimiz olmadığı gibi, duyan da kulaklarımız değildir.

Burada şunu düşünmek gerekir: Beynin içinde kulağa ihtiyaç duymadan sesleri duyabilen kimdir?

Nasıl bazı titreşimler hoşumuza giderken bazılarından hoşlanmayız?

Bu ayrımı yapabilecek şuur kulak mıdır? Beyin midir? Nihayetinde cansız atomlardan oluşan bu yapıların hoşlanma veya hoşlanmama gibi bir yetenekleri olabilir mi?